EMIR KUSTURICA İLE RÖPORTAJ: FİLM NASIL ÇALINIR
POSITIF, Ocak 1993
Röportajı Yapan: Michel Ciment, 1992, New York
Fransızca'dan çeviren: Güven Güner, Şubat 1994, Los Angeles
Çingeneler Zamanı'ından üç yıl sonra, Emir Kusturica son filmi Arizona Dream ile sinemadaki yaratıcı gücünü bir kez daha kanıtlıyor. Kusturica, sinemanın ustalarından "çaldıklarını" saklamayacak kadar dürüst ama bunları kendine has stili içinde, taklitçiliğe düşmeden, eritmesini bilecek kadar da yaratıcı.
Cannes'teki son karşılaşmamızda, Çingeneler Zamanı'ndan sonra Suç ve Ceza'nın New York sokaklarında çekilecek modern bir uyarlamasından bahsetmiştiniz.
Aslında Çingeneler'den pür bir amerikan filmine geçmeye korkuyordum. New York'ta, Colombiya Üniversitesi'nde ders verdiğim dönemde ilginç insanlarla karşılaştım. Bunlardan biri, yirmibeş yaşında bir öğrencim, - Benim ilk filmimi, " Dolly Bell'i Hatırlıyormusun? "u çektiğim yaşta - bana daha çok avrupalı geleneğe yakın, dialog yanı çok güçlü bir senaryo gösterdi. Bu hikayeye bir yapı (structure) - bence bir yönetmen için en önemli şey - kazandırabileceğimi düşündüm. Buna karşılık hikaye, konuşma dili için iyi bir " Amerikan kulağı " taşıyordu. Bunun iyi bir kombinezon olacagını düşündüm. Yugoslav yönetmen ve post-punk kuşağın bir temsilcisi. Tek problemim, bir senaryo üzerinde ne kadar çok çalışırsam şüphelerimin bir o kadar artmasına karşılık güvenimin azalması.
Senaryoda ne gibi değişiklikler yaptınız?
Baslangıçta, amerikan senaryolarının bir çoğu gibi, kişisel elemanlarla dolu bir suç hikayesiydi. Amerika'da genç yazarlar genellikle bu tip filmlerle, yaşamlarını hem zehirleyen hem de zenginleştiren esrarlı cinayet hikayeleriyle yetişiyorlar. David'den bu kanlı metinden kaçınmasını istedim. Nihayet, bu konudaki uzun tartışmalarımızdan sonra, ikna oldu. Başlangıçta yalnızca bir cinayet vardı. Bunun, benim mantalitemle amerikan mantalitesi arasındaki büyük fark olduğunu sanıyorum. Bütün filmlerimde karakterlerimden birisinin intihara kalkıştığı hatta bazen bunu gerçekleştirdiği bir an var. Buna karşılık amerikan filmlerinde ya soruşturmayı izleyen bir cinayet ya da sonuçta bir cinayet var. Bir süre Arizona'da kaldım ve gözlediğim şey; birçok genç insan için olgunluğa erişmenin tek yolunun birisini öldürmekten geçiyor olmasıydı.
Tabi senaryoya rüyalarıda soktunuz.
Mutlaka. Orjinal senaryoda tek bir rüya bile yoktu. Skopje yakınında Çingeneler Zamanı'nı çevirirken izlediğim yöntemin aynısını izledim. Bütün hayatım naturalizme, nefret ettiğim bu kavrama karşı savaşmakla geçti. Amerika'da oyuncular, ne kadar iyi olurlarsa olsunlar, televizyona baka baka, filmlerde oynaya oynaya naturalizmle besleniyorlar. Stilizasyon diye bir kavramdan yoksunlar. Şiirden hatta şiiri düşünmekten bile utanıyorlar. Gerçek ve gerçekçilik arasındaki ayrımı yapamıyorlar. Benim içinse rüyalar doğal olarak geliyor yani benim dünyamın bir parçası.
Filmi New York limanında balık tutan Axel'in Alaska rüyasıyla başlatmak fikri nereden aklınıza geldi?
Kahramanlarımı rüyalarıyla tanımlamak istedim. Amerikan sinemasında kural, filmin hemen başında karakterlerin kesin bir tanımlamasını yapmaktır. Zaman zaman iyi sonuçlar vermesine rağmen bu yöntem bana çok sıkıcı geliyor. Kahramanlarımı tanımlama özgürlüğümü onları rüyalarıyla anlatarak kullanmak istedim. Aslında bu anlayış amerikan müziği ve tiyatrosunda, Bob Wilson'da olduğu türden, vardı. Bunu sinemada yapabilmemi bir anlamda Fransız yapımcım Claudie Ossard'a borçluyum. Zira Amerikan yapımcıların bana aynı anlayışı göstereceklerini hiç sanmıyorum.
Axel ile rüyalarının kahramanları arasındaki ilişkiyi nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bu ilişkinin derinden hissettiğim şiirsel bir boyutu var. Dramatik bir çatışma yaşadığımız zaman bizi kurtaracak bir şeylere ihtiyaç duyarız. Filmin sonunda yaptığı yorumda söylediği gibi: " Hayatta olmaktan mutluyum, ihtiyacım olan tek şey, rüyalarımın çocuğunun gelip beni kucaklaması". Amerika'da birçok insanın, göstermeye çalıştıklarının tersine, intiharın, çıldırmanın eşiğinde olduklarını gördüm. Mutlu olmaktan çok uzaklar ve birşeylere tutunmaya ihtiyaçları var. Zaten filmin boyutlarından birisini benim duygularımla dünyanın en zengin, en güçlü ülkesi arasındaki karşılaştırma oluşturuyor. Amerikalılar hayatı anladıkları gibi sürdüreceklerine inanıyorlar. Ama genetik kodların öneminden bile habersizler. Özgür olduklarını düşünüyorlar ve bunun yalnızca anne babalarınınkinden farklı bir yaşam sürmekten ibaret olduğunu sanıyorlar.
Elaine'nin rüyasıyla, - uçmak - üvey kızınki - kaplumbağa ile, yere sıkıca baglı bu hayvanla, özdeşleşmek- birbirine taban tabana zıt.
Elaine'nin karakterinde sevdiğim, yerçekimi yasasını aşma isteği. İlk defa bu filmimde kadın karakterleri derinlemesine işledim. Bir anlamda Elaine'nin deliliği, olgunlaşmamış karakteri ona uçma hevesini veriyor. Keşke gerçek hayatta da filmde olduğu türden kolaylıklarımız olsada bizi yere bağlayan şeylerden kendimizi kurtarabilsek. Herkesin uçan bir aleti olacağı günü bekliyorum. O zaman dünya ile olan ilişkilerimiz değişecek.
Bu uçma hevesi mi Elaine'i Axel ve uçan balığına bağlıyor?
Beni en çok çeken bu balık. Prag'da, bu büyüleyici barok şehirde, öğrenim gördüğüm dönemde, pazar günleri, bir gün Sarajevo'ya dönme düşleri kurarak sokaklarda dolaşırdım. Bu, kendi ülkemde bulunmayan, zengin kültürel geçmişten açıkça ürkmüştüm. Issız sokaklarda dolaşırken, kendimi uçan bir balık gibi hissediyordum. Öğrenim görmeme, kitap okumama, artistik formasyonumu ve tarih bilincimi geliştirmeme rağmen bu duygu, özellikle gün bitimlerinde ve hafta sonlarında yakamı bırakmıyordu. Bu ıssız sokaklarda dolaşan balık duygusunu bir kez de pazarların Doğu Avrupa'ya göre çok daha zorlu geçtiği Amerika'da tattım. Daha dün Jim Jarmusch'la bu konudan bahsediyorduk. " Hıristiyan kültüründe pazar geçirmek neden bu denli zor?". Sonunda vardığımız nokta pazarın ardından pazartesinin gelmesi ve bununda bizi ürkütmesi oldu. Uçan balık metaforuyla sanki tarihi boydan boya geçiyormuş gibi dolaşan insanı anlatmak istedim; Birşeyler anladığını zanneden ama aslında hiçbir şey anlamayan.
Amerika'da çalışa çalışa tamamen amerikanlaşan bazı Avrupalı sineastların aksine kişisel duyarlılığınızı bir amerikan mitolojisine katmayı başardınız. Wim Wenders'ten tamamıyla farklı olmakla birlikte Arizona Rüyası ile "Paris,Texas"'ınkine yakın bir tutum takındınız. Bu, Çingeneler Zamanı'nın bir Hollywood melodramıyla artı Faye Dunaway ve Jerry Lewis'le karşılaşması mı?
Melodram benim favori türlerimden birisi. Wim Wenders ve ben bu kıta üzerinde akıllı davranma kaygısı taşımadan kendi kimliklerini korumaya çalışan Mohikanların sonuncusuna benziyoruz. Eger akıllı bir tutum takınırsak sonunda pür bir amerikan filmi yapmamız kaçınılmaz olur. Zaten herkes için bir film yapmak istemiyorum. Bunu istesem bile beceremezdim.
Dekoratör asistanınızdan fotoğraf direktörünüze kadar sadık yardımcılarla, yurttaşlarınızla çalışıyorsunuz.
Evet. Olası tartışmalardan kaçınmak için bizimkileri kendi yanıma almam gerekiyordu. Öğrencilerime anlatmayı denediğimde bu; Ana fikrinizi devalüasyona uğramaktan nasıl koruyabilirsiniz? Son derece zeki ve yetenekli insanlar tanıyorum ama film yapmayı beceremiyorlar. Şüphesiz bu özel bir sanat: Kendinizi etrafınızdakilere sevdirme, yapay bir otorite kurmaya çalışmadan onlarla uyumlu bir ilişki kurabilme sanatı. Tabi bunun kendiliğinden doğallıkla gelişmesi lazım, hesap yaparak değil.
Filmi, intihardan sonra perde dışı bir yorumla bitirebileceğiniz halde perdeyi kapatarak bitirmeyi tercih ettiniz.
Ağır ve iddialı bir son olmasından korktum. Daha hafif bir son istiyordum, özellikle hikayenin rüyada gerçekleştiği bir yerde. Benim için bu son aynı zamanda hayatın, komunistlerin inandığı türden, koşumları boynuna vurup istediğimiz yere süreceğimiz bir ata benzemediğini anlatıyor. İnsanın doğası gereği hayat yalnızca rasyonel bir kavranışa indirgenemez. Bu son aynı zamanda amerikalıları da şaşırtacak çünkü gerçekçi estetige inanmıyorlar.
Bir filme başlamadan önce müziğini düşünüyor musunuz?
Tabi, zaten müzik için genel bir fikrim oluyor. Ardından her sahne için kullanacagım müzik üzerine çalışıyorum. Bu filmde, yalnızca bu filme özgü olmak üzere, bulgar ve makedonya popüler müzik stilini amerikan temleriyle karıştırma olanağım oldu. Ama filmin başında ve sonunda dostum Iggy Pop'un şarkılarını kullandım. Bu müzik benim kişisel dünyamla Amerika arasındaki bağı kurdu.
Filmin montajı önceki filmlerinize oranla daha mı uzun zaman aldı?
Montaj hayli uzun sürmesine rağmen öncekilere oranla daha kolay oldu. Montaj hakkında ne biliyorsam Fellini'den öğrendim. Prag'da sinema okuduğum dönemde, Fellini'nin filmlerini seyrediyor ve tek bir yerde geçen bir sahneyi anlatmak için paralel montajı nasıl kullandığını öğrenmeye çalışıyordum. Dramatik yapıdan daha çok epik bir yapıda çalışıyordu. Yani sahneye yine o sahnede yaptığıyla, gönderdiği sinyallerle hız veriyordu. Bunu, eski kuşağın tüm büyük ustaları gibi, kendine özgü bir biçimde, ölçülü bir ironiyle, bir ressam, bir akdenizli tavrıyla yapıyordu. Fellini, İbsen'den ve ondokuzuncu yüzyılın diğer dramaturglarından kalan kuruluş tiplerine uymak zorunda olmadığına inanıyordu. Ne öğrendiysem İtalyan neo- realistleriyle Fransız şiirsel gerçekçiliğinden öğrendim. Sinemanın tiyatrodan uzaklaşarak romanın akıcılığına yaklaşmasını sagladılar. Oyunun Kuralı'nı gördüğüm zaman modernliği ve ferahlığı karşısında ne kadar şaşırdığımı hatırlıyorum. Kendimi günümüz filmlerinden çok daha fazla Fellini'ye, Renoir'e ya da Bunuel'e yakın hissediyorum.
Bosna-Hersek kökenli birisi olarak filmi ülkenizde önemli olaylar olurken çevirmek aynı zamanda zorlu bir deneyim olmalı.
Ülkemi kaybettim, kısa bir süre öncede babamı. Yetmiş yaşında olmasına rağmen son derece sağlıklıydı. Yurdunun ölümüne dayanamadı. Ülkem yıkıldığı sırada ben Alaska ve Arizona'da film çeviriyordum. Film benim için düşmemeye çalışarak tutunduğum bir balon gibiydi. Aynı zamanda bu deneyim bana ayakta kalmak için artı bir enerji verdi. Ülkem, içerden yugoslav politikacılar, dışardan yabancı politikacılar tarafından yıkıldı. En kötüsüde hiçbir şey yapamamanın güçsüzlüğünü hissetmek. Beni sırp zannediyorlar ama degilim. Anlaşmazlığın içindeki tüm partileri eleştirdim. Bosnalı müslümanlar- benim ait olduğum grup- beni bir hain olarak değerlendiriyorlar. Halbuki onlara ragmen, şu anda tartışılmakta olan bir Sırp-Hırvat birliğini, önceden önermiştim. Ama sonuçta bu sürece yeterince müdahale edemiyoruz. Herşey batıda olup bitene göre benim yurdumda cereyan ediyor.
Filmde kullandığınız kaktüs, Sarayevo'da, evinizin bahçesindeki akasya ağacına dair bir anı mı?
Bir ağaç nasıl kullanılır, bunu Tarkovski'nin Adak'( Le Sacrifice) ından öğrendim. Gökyüzünü, yağmuru, toprağın varlığını. Peyzajda en çok sevdigim şey, evimin yakınında ağaçlar olması. Benimki evden daha çok küçük bir apartmandı. Şair Brodski'nin dediği gibi, sosyalist ülkelerde yaşayan tüm slavların yaşadığı türden, yabancı bir dile çevrilmesi çok güç bir deyimle, bir buçuk odalı bir yerde yaşıyorduk aslında. Üstelik son derece mütevazi koşullar altında. Ama bugün herşeyimi kaybetmiş durumdayım. Oturma odam tamamen harap oldu. Modern Yugoslav ressamlarının eserlerinden oluşan, mevcut olanların arasında belkide en güzellerinden birisini, koleksiyonumu kaybettim. Sorun elbette Yugoslavya'nın parçalanması. Birleşik bir ülke olarak soğuk savaşın iyi bir talebesi olmaktan öte bir şey değildik. İspanya ile Yugoslavya arasındaki Avrupa Kupası çeyrek final futbol maçında Hırvat seyircilerin İspanya tarafını desteklediğini gördüğümde nasıl şok olduğumu hatırlıyorum. Tek bir Yugoslavya'dan yanaydım. Bu benim için aynı zamanda ruhumu kurtarmanın bir yoluydu ama herkesin bana karşı cephe aldığını gördüm.
Bundan sonra neler yapmayı düşünüyorsunuz?
New York sokaklarında Suç ve Ceza'yı çekmeden önce Alman Pandora ve Ciby 2000 firması ile imzaladığım daha acil bir proje var. Underground ( Yeraltı ). İkinci dünya savaşı sırasında insanların yeraltında saklanmasını sağlayan iki partizan üzerine bir film. Partizanlardan biri zengin bir kadına aşık oluyor ve savaşın bitiminden sonra bu kadınla yaşamaya devam ettiği takdirde kadının maddi yaşamının önemli gerekliliklerinden biri haline geleceğini, bundan kurtulmanın tek yolunun ise insanları savaşin bitmediğine inandırmak oldugunu anlıyor. İnsanlar kendi öz ekonomilerini kurarak yeraltında yaşamaya devam ediyor. Sonunda, Tito'nun ölümünden sonra, açık havaya cıkıyorlar ve gördükleri savaşın bitmediği oluyor. Benim sağlıklı kalmamı sağlayan sürrealist bir komedi olacak bu.